0
Sunday 22 June 2014 - 10:08
Türkçe

Müstebsirden müstebsirine

Story Code : 394202
Müstebsirden müstebsirine
Bismihi Teala!
Ben hangi tarihte dünyaya geldiğimi bilmiyorum. Anne-Babam’da günü gününe tam olarak bilmiyorlardı. Bir ilkbaharın başlangıcında dünyaya geldiğimi söylerlerdi. Dünya’ya geldikten sonar adımı Ahmet koymuşlar. Ad koyduklarında sağ kulağıma ezanı, sol kulağıma kametın okunup okunmadığını da bilen yok. Hele hele akika kurbanını ve saç ağırlınca altın veya gümüş vermek hiç adet olmuş değil. Rüya gibi hatırlıyorum sünnet olurken aladığımı.
Anne ve babam Ehl-I Sünnet mektebinin Hanefi Mezhebini taklit eden mütedein bir aile idi. Genelinde olduğu gibi onlarda araştırmadan, incelemeden atalarının yolu üzere amel ediyorlardı. ilk önceleri ben de onları taklit ettim ve babamın mezhebini seçtim. Henüz akıl balığ olmamıştım. Tahminen 5 yaşımda oruç tutmaya başladım. Zanımca o yıl oruç ayI, mayıs ayına raslanmıştı. Birgünün kuşluk vaktiydi. Tarlamıza giderken köyün alt tarafındaki komşularımızdan Hamit ağa, sulu tarlasına haşhaş ekmişti. Haşhaş boy atmış, benim boyumu epey aşmıştı. Çocukluk ya tarlaya girdim ve bir kaç koza kopararak bahçeden ayırldım. Eğer hırsızlık ise bu, ilk hırsızlığım oldu. Oruçluydum ama unutmuş olmalıyım ki, kozaları yardım içindeki haşhaş tanelerini büyük bir zevk ile yedim.
Bir bakıma köyde çocuk olmak çok güzeldir. Hürr olmak, güzel havayı teneffüs etmek, kaynağında su içmek, hormonsuz gıdalar yemek, damda yatarken yıldızları, kehkehşanları seyretmek, oyun oynamak gibi… hele aynı yaştaki arkadaşlarla saklanbaç ve diğer oyunları oynamak apayrı bir zevkti. Zevkti ama, köyde ağır iş yapmak hiçte hoşuma gitmezdi. Hele orak biçmek, odun kesmek ve taşımak, çift sürmek gibi. Çocukken en çok hoşuma giden oyunlardan biri de ateşli top ile oyun oynamak idi. Çaput ve bez parçalarını top haline getirdikten sonar sıkı sıkıya diktikten sonra bir miktar gaz döker onu ateşlerdik. Yanan ateş topunu birbirimize fırlatırdık. Dedik ya köy hayatı anlatmakla bitmez, yaşamak gerek.
Nihayat okul çağına geldim. Rahmetli babam köyün ileri gelenlerinden olduğu için erken okula başladım. Okulda sıra yoktu, derme çatma yapılan iskemleye otururduk, bazen da yerde ders yapardık. ilkokulu doğduğum köy olan Hiştiran bugünkü adıyla Çemberlitaş’da başladım. İlkokulun birinci sınıfında iken bir ilkbahar günü öğretmen okulun öğrencilerini sahraya yani pikniğe götürmüştü. işte o sene namaza daha yeni başlamıştım. Oğle vaktinin geldiğini tahmin ederek, abdestimi aldım ve namaz kılmak için uzak bir buğday tarlasına gittim. Buğdaylar boy atmış, yeni yeni başak vermeye başlamıştı. Buğdayların boyu boyumu aşıyordu. Kıbleye yöneldim ve başladım oğle namazını kılmaya. Çocukluk ya, namaza yeni başladığım için bazen ellerimi bağlıyordum, bazen de yanıma salıveriyordum. Büyük bir zevk ile o gün Rabbime yönelmiştim!...
İşte böyle başladı o ilk günlerim. Bir yaz günüydü, hava oldukca sıcaktı. Annem beni bahçemize yolladı. Torbaya da iki ekmek koymuştu. Bu oğle yemeğim idi. Bahçemizin hemen batısında ufak bir dere akardı. Derenin kenarında dut ağaclarımız vardı. Orda kendi haline terk edilmiş sahipsiz bir eşşek yavrusunu gördüm, çok bakımsızdı. Gözlerinde çapak vardı, sinekler kalklıp iniyordu. Onun çapaklarını temizledim, ekmeğimi hayvancağaza verdim. Ogün taa akşama dek aç kaldım durdum.
Yine, bu ilk okul yıllarımda bir yaz mevsimiydi, mercimek dermek için gitmiştik. Oğle ve ikindi namazın vaktinin girdiğini tahmin ederek başladım ezan okumaya. Karşımızda Ebuzer-I Gaffari!... sonra okuduk ve öğrendik zalimlere karşı kıyamını ve Rebeze’ye sürgüne gönderildiğini orada Rabbine hicret ettiğini, ama o günden bugüne dek halkımızın Ebuzer’i ne kadar sevdiğini, ne kadar hürmet duyduğunu ve fakat mazlumiyetinden hala haberdar olmadığını da gördüm!...
İlkokulun ikinci sınıfında idim. Köyde bir komşumuz vardı. Adı ‘’Şeyho’’. Ondan Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek istedim, mevsimde kışdı. O zaman kışlar hayli sert ve uzun geçerdi. Köy öğretmeni babamı evimizde ziyarete geldiğinde, beni sormuş. O da, komşumuz Şeyho’nun evindedir, demiş. Öğretmen Şeyho’nun evinde beni haylı azarladı ve evden çıkarttı. Sonra anladım ki o, dine karşı gerici bir yobaz imiş. Çekindim ve bir daha öğrenmek için Şeyho ya gitmedim.
Darken ilkokulu bitirdikten sonra diplomayı alabilmem için babamla beraber Adıyaman’a gittik. 1 Mart 1946 olarak nüfus kütüğüne kaydedildim Köyümüz Adıyaman’a sekiz kilometre mesafede şirin bir köy. İlkokulu bitirdikten sonra rahmetli babam ortaokula kaydımı yaptırdı. Köyde ortaokul, lise ve yüksekokulu ilk olarak bitirip mezun olan ben idim. Benden sonra okuyup yüksek tahsil yapanlar hayli çoğaldı.
Sanıyorum ilk okulu henüz yeni bitirmiştim. Köyümüz büyük olmasına rağmen mescidi yoktu. Cuma günleri Cuma namazını eda etmek için köyümüze yakın ‘’Sımeli’’ köyüne sık sık giderdim. Bir yaz mevsimiydi. Ramazan da teravih namazını kılmak için zevkle koşardık. Safta duran birisi imam efendinin yanlış yaptığı zannıyla ‘’Subhan ALLAH’’ deyince başka safta şakacı Mehmet Çalış, ‘’ sana Subhan ALLAH’’ deyince insanlardan bazıları gülüşmeye başladılar.
Ortaokula kaydımı yaptırdıktan sonra bazen namazımı terkederdim, fakat orucumu hiç terketmedim. Ta o ilk haşhaş yediğim günden bugüne dek.
Liseye başladığım yıl; hayatımın yeni bir dönüm noktası oldu. Bir bakkalımız vardı. Adı Bekir’di. Yazın domates, üzüm, hiyar, sebze ve meyvelerimizi satması için ona teslim ederdik. O da, babam adına satardı. Kendiside bir miktar komsiyon alırdı. Bakkal effendi o yıl, Adıyaman da Risale-I Nur sorumlusu ‘’ Mahmut Tanrıverdi’’ ile tanıştırdı. O yıllarda Risale-i Nur yasaklıydı. Bazen gizli gizli derslerine katılırdım. Sait Nursi’nin eserlerinden Lemalar, Şualar, Mektubat ve diğer kitaplarını okur anlatırlardı. Bizler ise sadece dinlerdik. Sormak, başka eserleri okumak veya tavsiyelerde bulunmak, Resulullah’ın (S.A.A) ve Ehl-I Beyt (A.S)’I anlatmak söz konusu değildi. Sadece risaleler okunurdu. Bana Gençlik Rehberi’ni vermişlerdi. Onu zevkle okumuştum ama, okuduklarımı anlamıyordum. Zaten bu tarihlerde okunacak dini eserler yok denilecek kadar azdı. Yunus Emre’yi okuduğumu hatırlıyorum.
Türkiye’de, özellikle Güneydoğu’da ve Adıyaman’da bir hayli tarikat şeyhleri bulunmaktadır. İşte o yıllarda, Rufa-i tarikatına bağlı zatlarla beraber bazen zikir halkalarına da katılırdım. Fakat bunların hiç birisi beni tatmin etmiyordu. Sürekli Ebuzer ve Salman gibi bir arayışın içerisindeydim.
Liseyi bitiridkten sonra, rahmetli babamın teşviki ile Haziran 1965 yılında Ankara’ya seferim oldu. 07.08.1965 tarihinde devlet memuru olarak işe başladım. Adıyaman’dan Ankara’ya gideceğim zaman, Adıyaman Risale-I Nur sorumlusu Mahmut beye Ankara’ya gideceğimi söyledim. O’da Ankara Hacı Bayram Veli semtinde kitabcılık yapan ve Risale-I Nur talebesi olan ‘’İbrahim Kaya’’ ile görüşüp tanışmamı istedi. Ankara’ya gittim ve İbarahim ile tanıştım. Ankara’da da Risale-I Nur derslerine katıldım. Halen Fetullah Gülen Cemaatı’nın yayın organı olan günlük ‘’Zaman Gazetesi’’, İbarahim Kaya’nın oğlu Alaaddin Kaya tarafından yayın hayatına başladı.
Bir yandan Risale-i Nur derslerine devam ederken Cemaat bölündü. Okuyucular ve yazıcılar olmak üzere. Ben her iki Camaatle ilişkilerimi sürdürdüm. Yazıcılardan olan bir zattan Kur’an-ı Kerim öğrenmek istedim ise de, bir takım nedenlerden dolayı öğrenime ara verdim. Çünkü bu yıllar Cemaatlerin yoğun olduğu bir ortam idi. 1967 yılının bir yaz günüydü, Ankara’nın Yeni Mahalle İlçesi’nde bir evde otuz veya kırk kişi toplanmıştık. Her kafadan bir ses çıkıyordu. O geceden itibaren Risale-I Nur ile ilişkilerimi kestim. Daha önce de beyan ettiğim gibi Cemaatler’in, derneklerin yoğun olduğu bir ortam olduğu gibi, o yıllarda sağnak yağmuru gibi piyasaya tercüme eserlerle doldu taşdı. Bu eserlerin ekserisi ‘’Seyyid Kutub’’, ‘’muhammed Kutub’’, ‘’ Abdulkadir Udeh’’, ‘’ Raşit Gannuşi’’,’’Muhammed Ebu Zehra’’ ve benzerlerinin eseleriydi. Ayrıca Pakistan’da Cemaat-i İslami lideri Mevdudi’nin ve diğerlerinin eserleri ile beraber, ‘’İkbal’in’’, Afganistan’da ‘’Hikmetyar’ın’’ ve benzelerinin eserleri piyasayı doldurdu. Piyasaya verilen tercüme eserlerinin hemen hemen hiç birisini kaçırmadan alıp okudum. Seyyid Kutub ve benzeri alimlere karşı önceleri büyük bir muhabbetim söz konusuydu. Aradığımı bulup bulmadığıma henüz karar verememiştim. Zira İbn-i Teymiye’nin eserlerinden bazılarını okuduktan sonra şüphelerim artıyordu. Vesile, Şefaat, Tasavvuf, Tarikat ve benzeri konularda aşırı söylemleri dikkatımı çekiyordu. Hele hele Şiiler’e karşı ola kini daha da farklıydı. Gerçi ozamanlar Şiilik hakkında bilgisizdim. Zira bize anlatılan ve öğretilen sadece dört mezhep idi. Diğer mezhepleri sapık mezhepler olarak anlatırlardı. İran halkının beçinci mezhebe mensup olduğunu ve tıpkı Türkiyedeki Alevilere benzediklerini anlatıyorlardı.
1960 yılının sonbaharıydı, Ankara’da sık sık görüştüğüm ‘’Ercüment Özkan’’ birgün beni Hizbu-t Tahrir Cemaati’ne davet etti. Artık uluslarrası bir teşkilat ile çalışacaktım. Ancak o görüşmemizden on ya da onbeş gün sonra teşkilat üyelerinden bazıları bildiri dağıtırlarken yakalandılar ve zındana atıldılar. Ercüment Özkan da bu tutuklananlar arasında bulunuyordu. Ercüment zındana girdikten sonra ilişkilerimiz kesildi. Fakat Cemaat’ın kitaplarını okuyordum. Çok sonra öğrendim ki daha önceleri Mısırdaki İhvan Teşkilatı ile beraber olan ‘’ Ali Nephani’’ İngilizlerin kontrolunda İhvan’dan ayrıdığı ve uluslararası çalıştığı... bütün Türkiye’ye Türkiye eyaleti olarak isimlendirildiğini de daha sonra öğrendim. Ercüment Özkan zındandan çıktıktan sonra, yeniden bana teklif getirdi. Bu kez o da Hizbu-t Tahir’den ayrılmış ve İslam Partisi adı altında faaliyet gösteriyordu. Usul, metod ve kitap oıarak Hizbu-t Tahrir’in ta kendisiydi. Onların gerek çalışma metodunu ve gerekse şahsi zaafları ve benzeri nedenlerden ötürü 1975 yılında ilişkilerimi kestim.
Bu yıllarda ‘’Necmettin Erbekan’’ Türkiye Odalar Birliği Başkanıydı. Üniversiteler Fikir ve Aksiyon Birliği Derneği kanalı ile zaman zaman kendisini ziyaret ederdik. Erbakan Milli Nizam Partisi’nin kuruluşunu Ankara Büyük Sinema salonunda açılışı sırasında onu omuzlarımızda Kızılaya kadar götürmüştük. Ama hiç bir zaman partili de olmadım. Bu arada 1968 yılıda evlendim, Gaztecilik Yüksek Okulunu bitirdim ve 1975’ de askerliğimi kısa dönem olarak, dört ay içerisinde bitirdim.
İslami konuda nerde bir ses, bir hareket varsa hemen oraya koşuyordum. Ancak her seferinde tatmin olmuyordum. Tıpkı sürüsünden ayrılan koyun misalı, nerde bir sürü bulabilsem hemen oraya koşardım. Bir türlü aradığımı da bulamıyordum.
1965 ile 1977 yıllar arası bir hayli kitap okudum. Ehl-i Sünnet tarafından kabul görülen altı Sahihi defaaten okudum. Not çıkarttım. Kendime göre tasnif yaptım. Ehl-i Sünnetce her hadaisin, her ictihadın doğru olduğu kanaatı söz konusu olduğu için, tıkanıp kalıyordum. Yavaş yavaş irademi, aklımı, basiretimi ipotek altına aldıklarını hissediyordum. Fakat karşı çıkacak güç ve takatım da yoktu. Bu nedenlerle sürekli bir arayışın içindeydim. Daha önce de beyan ettiğim gibi Ebuzer ve Salman gibi arayıp duruyordum.
Hele hele sahabeyi eleştirmek, onları aşmak mümkün mü? Çükü onlar gökteki yıldızlar gibi biliniyorlardı. Hangisine tabi olursanız hidayet bulursunuz, diyorlardı. Allahu Ekber! Gelde bu işin içinden çık.
1969 yılının sonbaharı, Türkiye’nin en büyük edebiyatçı ve mütefekkiri olarak bilinen Necip Fazıl Kısakürek; Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde büyük doğucular tarafından tertiplenen konferansda konu ‘’Vahşi’’ ye gelince: ‘’ Biz Vahşi’nin atının burnundaki pislik dahi olamayız’’, demişti.
İşte biz sahabeyi bu şekilde öğrendik, varsın Sıfin’de yüzbin insan ölsün; hepsi de cennetlik. Ali (A.s) ve Muaviye birer sahabe, her ikiside içtihat yapmış. Ama suçlu kim?! O mektebe göre hiç birisi suçlu değil. Lailaheillellah!...
Mezhep imamlarına gelince; onlardan sonra ictihat kapısı tamamen kapalı tutulmuş, hiçkimse onları aşamaz ve tenkit edemez. La havle vela kuvvete illa billah!...
Peki ya tarikat şeyhleri?! Onlara hiç dokunulmaz... Cemaat liderleri de tıpkı onlar gibi. Hepsinin dokunulmazlığı var. Dokunulduğu zaman kafir damgasını yersiniz ve toplumdan dışlanırsınız.
İşte bu keşmekeşin içinde bocalanıp dururken 1977 yılından itibaren doğudan bir kıyam sesi duyuldu. Bu ses, Ayetullah Seyyid Ruhullah Humeyni (r.a)’nin Rehberliğindeki kıyam sesiydi. Bu yetmiş yaşındaki pir-i faninin kıyamı meğer elli sene önce başlamış ama insanlık onun kıyamından haberdar olmamıştı. Emperyalist güçlerinin ve onların yeri işbirlikçi medyanın mahareti ile bu sese ambargo uygulayarak bu şanlı kıyamın önünü kesmeye çalışmışlar. Çok çalıştılar, çok mesaii sarf ettiler; onca para harcadılar ama başaramadılar. Rasulullah (S.A.A), ‘’ Mü’min’nin ferasetinden çekinin’’ buyruğunu kendisine şiar edinen Rehber, kasetlerle mazlum İran halkının uyanmasına vesile oldu. Allah’ın gaybi yardımları , Rehber’in kararlılığı ve İran halkının samimiyetinin sonucu, bütün dünya yönünü o tarafa çevirdi. Çünkü o, mazlumların, ezilenlerin, mustaz’afların, yetimlerin, fakirlerin, hak ve adalet isteyenlerin sesi oldu. Tağut her hileye, her işkenceye başvurdu. Dış güçlerin tüm desteğine rağmen halk sokakları terketmedi. Tağut ve yandaşları mazlumları türlü işkencelerle şehit ederlerken onlar gül uzattılar. Onlarla kardeşçe sarmaş dolaş oldular. Sabırla kararlılıkla yavaş yavaş oların gönüllerini kazandılar ve kalplerini fethettiler. Ve binlerce kişi şanlı Hüseyini kıyam adına can verip kefen giydiler. Ama asla geri adım atmadılar. Uhud’da, Hüneyin’de harp meydanını terkeden korkaklar misalı Rehberlerini yanlız bırakmadılar. Ta ki şanlı zafere varıncaya dek.
1977 yılından itibarten Türkiye basını, Ayetullah Seyyid Ruhullah Humeyni (r.a)’nin kıyam ile ilgili haberleri okuyucusuna yansıtmaya başladı. Meğer şanlı Rehber daha önceleri Türkiyeye sürgün edilmiş, Bursa vilayetinde ikamete mecbur edilmiş; çalışma zeminini olmadığını gören Rehber sekiz ay sonra Irak’a hicret etmiş. Orda kaset inkilabını başlatmış. İşte bütün bunları 1970 yılından itibaren öğrenme fırsatını yakaladım. Öğrendim ama, şüphelerim vardı, çünkü İran Şii yani Alevi, beşinci mezhep, taşa tapan, namaz kılmıyan, hacca gitmeyen ve diğer ibadi farzları yerine getirmeyen bir millet olarak biliyorduk, çünkü bizler böyle öğrenmiştik. İşte bu ve benzeri nedenlerle teredütle bakıyordum. Ancak bazı demeçlerinden, bazı pasajları yüreğime su serpiyordu. Türkiye basını iki Ayetullahı gündeme taşıyordu. Örneğin tercüman gazetesi ve sol basın Ayetullah Şeriatmedari’ yi öne çıkarıyordu. Bir kesim basın ise, Ayetullah Humeyni’yi öne sürüyordu. Bunların başında, halen ‘’Zaman Gazetesi’’nde köşe yazarı olan Ali Bulaç geliyordu. O, o zaman düşünce dergisini çıkarıyordu. Kıyam ve Ayetullah Humeyniyle ilgili bol bol haberi dergisine taşıyordu. İşte o gülerden itibaren ciddi olarak ilgilenmeye başladım. Zira şu Ayeti Kerime tüm insanlığa bir çağrıdır. Allah Tebareke ve Teala mealen buyuruyor ki: ‘’ onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline tabi olurlar, işte onlar Allah’ın kendilerini hidayete ilettiği kimselerdir ve onlar temiz akıl sahipleridir’’.( Zümer 39:18)
Allah’ın gaybi yardımlarıyla doğudan gelen sese ve parlayan nura kulak verdim, sözün doğruluğuna kanaat getirdim ve araştırmaya başladım. Öyle ki, Rahmetullah Aleyh şanlı uçak ile Fransa’dan Tahran Mahabad hava limanına iniş yaptıktan sonraki vakarlı duruşu halkın coşkusunu zanımca hiç bir tarih böylesini kaydetmiş değil. İşte o günler tağutun can çekiştiği günlerdi. İnkilabın zafere ulaşacağı günün gecesi idi, rüyamda Rahmetullah Aleyhi beyazlara bürünmüş arkasında bir gurup tağutun sarayına doğru gidiyorlardı, uyandım sabahleyin rüyamı eşime anlattım ve inşallah müzaffer olacaklar ve oldular da.
1977-1979 yıllar arası Rehberin siyasi yönü beni bir hayli etkilemişti. Araştırma yapmak istiyordum ancak kitap ve benzeri bir eser yoktu. Bazen Ankara daki İran İslam Cumhuriyeti Büyük Elçiliğine gidiyordum fakat gerekli dökümanı bulamıyordum. O tarihlerde İsmail Karacadağ ile tanıştım. Selaheddin Eş tarafından Tahran da çıkarılan dergiden başka faydalanacak bir döküman yoktu; o da siyasi içerikli idi. Nihayet karar verdim ve İran’ a seferim oldu. Farsçayı bilmiyordum. Tanıdığım yoktu ama İnkilapdan sonra İranı görmek istedim ve gittim. Tahran’da bir taksiye bindiğim zaman ücretini uzattım farsça cevap veremediğim için Türkiyeden geldiğimi söyleyince benimle türkçe konuştu. Ona, İran’da nereleri gezebilirim dedim, oda; Isfehan, Şiraz, Kum, Meşhed ,dedi. Önce Kum’a, sonra Meşhed’e gitmeye karar verdim. Kum’da, İmam Rıza (a.s)’ın kızkardeşi Masume (s.a)’nın olduğunu, Meşhed’de de İmam Rıza (a.s)’ın olduğunu bilmiyordum. Ayrıca konumlarınıdan da haberdar değildim. Kum kentine vardığımda ‘’Heftad-u Du Ten’’ meydanında indim. Taksiciler ‘’Harem , Harem’’ diye müşteri topluyorlardı. Harem’in merkezi bir yer olduğu düşüncesiyle taksiye bindim ve Harem’de indim. Masume (s.a)’nın çevresinde daracık sokaklar, gecekondu türünden derme çatma ev ve dükkanlar dikkatımı çekti. Biraz ilerledikten sonra oğle ezanı okundu, o yöne doğru yönelince muhteşem ve büyüleyici Haremi gördüm. Abdest aldım ve Hanefi Mezhebi’ne göre namazımı eda ettim. O gece Cuma gecesiydi. Harem’in avlusunda dinlenirken yine taksiciler ‘’Cemkeran, Cemkeran’’ diyerek müşteri topluyorlardı. Cemkeran’nın ne anlama geldiğini, nerde olduğunu ve misyonunun ne olduğunu bilmiyordum. Sonunda otobüs ile oraya gitmeye karar verdim. Otobüse bindikten sonra hiç alışmadığımız Salavatları sık sık tekrarlayıp duruyorlardı. Hatta Cemkeran’a varana dek Salavatları saydım, tamı tamına 25 kez Salavat getirdiler. Akşam olunca ve saatler ilerleyince mahşeri bir kalabalık o kocaman sahayi doldurdu ve muhteşem bir mersiye programı ile büyülendim. İnsanlar ağlıyorlardı, ne adına ağlayıp feryad ettiklerini de bilmiyordum. Ancak arada sırada ‘’Ya Hüseyin, Ya Hüseyin’’ nidasını telafüz ederlerken çok duyguşanmıştım. O gece hayatımın en manevi gecesini yaşamıştım. Onlarla beraber hemhal olup ve ağladıkca ağlıyordum. O geceden itibaren Hüseyin (a.s)’ı araştırıp tanımaya karar verdim.
Sanki gaybi bir el beni yönlendiriyordu. Tahran’a döndükten sonra Meşhed’e gitmeye karar verdim. Azadi termialında biletimi aldım ve otobüse bindikten sonra yanımdaki boş koltuğa 25-28 yaşlarında bir genç oturdu. Farsça konuşmaya başlayınca, Türkiyeli olduğumu beyan ettim. Kendisi az türkçe biliyordu. Tahmine iki saat yol aldıktan sonra sigara paketini çıkarttı ve bana da ikram edince kullanmadığımı söyledim. Rahatsız olmamam için en arka da boş olan koltuğa gitti ve sigarasını orada içti. Mola dışında birdaha otobüste sigara içmedi. Yolda çay ve benzeri ikramları benden esirgemedi. Adı, Ali idi. Sıcak kanlı, samimi ve inkilap yanlısı bir kardeşti.
Uzun bir yolculuktan sonra sabaha doğru sanıyorum saat 3:30 gibiydi Meşhed’e vardık. Ali, haydi bize gidelim, misafirim ol, yabancısın ve üstelik dil de bilmiyorsun. Bu gecenin vaktinde nereye gideceksin, dedi ise de teşekkür ederek teklifini geri çevirdim. Sonuçta helallaştık ve birbirimizden ayrıldık. Bir kaç adım ilerledikten sonra bilet satan kulübeye yöneldim ve bilet aldım. Sonra belediye otobüsüne bindim, ama nereye gideceğimi ben de bilmiyordum. Otobüs ilerledikce çok ışıklı ve şaşalı bir meydana geldik. Bazıları orda inince ben de indim. Artık sabah namazına da az kalmıştı. İnsanlar o çok ışıklı ve şaşalı tarafa gittiklerini görünce bende o tarafa yöneldim. Karşımda altın kubbeli ve büyükçe bir mescit. Mescidin çevresi tıpkı Kum’daki gibi derme çatma dükkanlar , daracık sokakların sonunda mescide girdim. Meğer ki Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarından sekizinci İmam olan İmam Rıza (a.s)’ın Mükaddas Türbesiymiş. Abdest aldım ve Hanefi Mezhebine göre namazımı eda ettim. Namazdan sonra siyah bir perdenin arkasında Amerika’ya beddua eden bir kadının sesini duyunca bir hayli sevinmiştim.
Edindiğimiz kültürün icabı mezarları ziyaret etmek adetimiz değildi. İbn-i Teymiye ve benzerin zihniyetine göre ziyaret etmek şirktir. Bu nedenle ziyaretimi yaptım ama bir İranlı gibi can-ü gönülden yapmadım. İmam (a.s) hakkında bilgim de yoktu. Ancak o manevi ortam beni bir hayli etkilemişti. Muhakkak birşeyler öğrenmeliyim, diyordum. O gün Cuma günü idi. Güneş doğmuş, isirahet için bir otele gitmek istedim. O sırada Harem’in görevlilerinden birisine Türkiye’den geldiğimi beyan ettim ve yardım istedim. O da beni Türkçe bilen bir mollanın yanına götürdü. Kendisine durumumu anlatınca; molla benimle ilgilendi ve falanca otele görevli ile birlikte gönderdi. O, Saddam’ın zülmünden kaçan mümin bir Iraklıydı. Yolda arapça konuşurken mersiyeden, yemekten, söz ediyordu. Anladım ki bir yerde mersiye ziyafeti var ve ondan sonra da kahvaltı verecekler. Beraberce o eve gittik. Biri yürekleri parçalayan bir mersiye söylüyordu. Anlamını bilmiyordum zaman zaman ‘’Ya Hüseyin, Ya Hüseyin’’ , ‘’Ya Fatıma, Ya Fatıma’’, ‘’Ya Ali, Ya Ali’’ dedikce beni cezb ediyordu. Hep beraber ağlıyorduk. Onlar, ne adına ağladıklarını gayet iyi biliyorlardı ama ben bilmiyordum. Kerbela’dan, Hüseyin-i Kıyam’dan haberdar değildim ki ?! Çünkü Ehl-i Sünnet bu olup bitenlerden haberdar değildi. Azıcık haberdar olanlar da, İmam Hüseyin (a.s)’ın iktidar için kıyam ettiğini ve sonuçta yenildiğini biliyorlardı.
Meşhed’de Cuma namazına gittiğim de mahşeri bir kalabalık vardı. Çünkü Ehl-i Beyt (a.s)’ın Mektebinde Cuma namazı Ehl-Sünnet ekolunda olduğu gibi, her mescitte eda edilmiyor. Halk sadece bir yerde toplanıyor ve Cuma namazı orada eda ediliyor. Oraya ‘’Müsalla’’ denir.
Bu seyahatımda yeni yeni şeyler dikkatımı çekti; ağlamak,Cuma Namazını bir mekanda eda etmek, toplu halde dua etmek, her ortam ve zeminde Salavatları çokca getirmek, ayakları meshetmek, namazda kolları yana salıvermek, namazları birleştirmek, mühüre secde etmek gibi benzeri şeyler bir hayli dikkatımı celb etmişti. Kum şehrinde olduğu gibi Meşhed’deki ortam da beni çokca etkilemişti. Meşhed’den döndükten sonra Isfahan ve Şirazı ziyaret ettim. Şiraz’da İmamzadelerden ‘’Ahmet Şah-i Çirağ (Ahmet bin Musa Elkazım)’ı ’’ ziyaret ettim. Çevresi ve Şiraz çok şirin bir kentti. Ancak Meşhed’deki ve Kum’daki coşku yoktu. Hafız-ı Şiraziyı hiç unutmuyorum.
Tahran’ın güneyinde yer alan ve kocaman bir parkı aratmıyan ‘’Beheşt-i Zehra’da’’ yatan Beheştiler, Bahünerler, Çemranlar gelenlere sanki kucak açıyorlardı. Behşt-i Zehra’yı ziyaret edenlerden bazıları Kur’an okuyordu, bazıları dua ediyordu. Bazıları da ağlıyordu; kimileri de çayını yudumluyordu!...
İşte bu duygularla İran’dan Türkiye’ye döndüm. Her şeyi gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim, kalbimde hissettim Ehl-i Beyt (a.s)’ın aşkını ve başladım araştırmaya ve sonuçta aradığımı buldum, Ehamdulillah!...
Israrla bir vakfın kurulması için direndim durdum. Sonuçta ‘’Bab-ı Ali İlim Vakıfını’’ birkaç arkadaş ile beraber kurduk. Kanun gereği oniki kişi gerekliydi. Oniki kişiyi Ankara’da zor bulabildik. Hatta bazılarının hanımları ile bu sayıyı tamamladık.
Tekrar tekrar Kutub-i Sitte’yi , Taberi’yi, İbn-i Hişam’ı, İbn-i İshak’ı ve diğer temel eserleri yeni baştan okudum, not aldım ve sonuçta ilk eserim olan ‘’İlahi Risalet Aynasında Sahabe’’yi Eylül 2006’ da piyasaya verdim. 2010’da ise ‘’ Kur’an ve Risalet Aynasında İlahi Salat’’ı ve daha sonra ‘’İlahi İmtahan’’isimli eserlerimi neşrettim. Şimdi ise ‘’ilahi velayet ve İlahi Risalet’’ kitaplarımı tamamlamak üzereyim, İnşallah!
‘’Sahabe’’ ile ilgili hazırlığımı bitirdikten sonra basılıp basılmama konusunda hayli teredüt ettim. İnsanlardan bir çoğu çıkarmamamı tavsiye ediyorlardı. Bu arada şuna da işaret etmekte yarar görüyorüm.
Türkiye’de bir başörtüsü sorunu vardı. Bir erkek ve iki kız çocuğum vardı. Kızlarım İmam Hatip’te okuyorlardı. Başörtüsü sorunu artınca dışarıdan liseyi bitirmeleri için kız çocuklarımı İmam Hatip’ten aldım o yıl liseyi bitirdiler. Bitirdikten sonra İran’a götürmeye karar verdim. Ayşe, ki sonra adını değiştirerek Nergis ismini aldı. Tahran’daki Şehit Beheşti Üniversitesinde Ulum-i Siyasi bölümüne kaydoldu ve benden sonra ilk olarak Ehl-i Byet (a.s)’ın Mektebini kabul eden o oldu. Diğer kızım Elif ise, Isfahan’da dışçılık bölümüne kaydoldu. O da Nergis’ten sonra Ehl-i Beyt (a.s) Mektebini kabul etti. Ben ve her iki kızım Ehl-i Beyt (a.s)’ın Mektebini kabul ettikten sonra eşim hala Ebu Hanife Mezhebine göre amel ediyordu. Hiç bir gün kendisine müdahele etmedim. Sadece bir gün kendisine dedim ki: ‘’ biliyorsunuz ki Ehl-i Sünnet ekolünde olduğum sürece en doğrusunu yapmaya gayret gösteriyordum.’’ Oda, buu tasdik edince, ‘’peki Ehl-i Beyt (a.s) Mektebine karşı bir şüphen mi var?’’ Hayır, dedi. İşte o gecenin sabahından itibaren o da tüm amellerini Ehl-i Beyt (a.s) Mektebine göre ifa etmeye başladı. En son oğlum Seyit Mehmet kendi rızasıyla mektebi seçti, Elhamdulillah! Bu arada baldızım Zeyneb’i Kum’daki ‘’Camiet-üz Zehra’’ ya gönderdim. Orda beş yıl kaldı. Daha sonra başka bir baldızımın kızını Camiet-üz Zehra’ya gönderdim. Kızım Nergis üniversitenin son sınıfında iken bir hastalık geçirdi ve hastalığı yedi yıl sürdü. Sonra Zehra’sına kavuştu. Gerçekten Ehl-i Beyt(a.s)’a ve Zehra (s.a)’ya aşıktı. Elif kızım üçücü sınıfta iken o da bir hastalık geçirdi okulu bitirmeden ülkemize döndük. Şiirleri ve kalemi güçlüdür.
İşte ‘’ Sahabe’’ isimli eserimi basım için terdüt ederken, İmam Rıza (a.s)’ı ziyaret ettim ve terdütümü arzettim. Isfahan’a döndükten birkaç gün sonra rüyamda içinde balık dolusu bir kovanın İmam tarafından bana gönderildi. İmam (a.s)’ın bu işaret ve bu yardımı üzerine kitabı piyasaya verdim.
Anladım ki Ehl-i Beyt (a.s) Mektebin’de hayat var. Gerçek Din, İslam orda öğrenilir. Dost, düşman o Mekteb ile bilinir. İmamet, Velayet , Nübüvvet, Risalet, Hilafet, İbadet, Rehberiyet, Siyaset onunla öğrenilir. Sahabe, Hakk, Batıl, Ahlak, Adalet, Hürriyet onunla öğrenilir. Savaş, barış, cihat o Mekteb ile anlaşılır. Müşrik, münafık, zalim, kafir, tağut, müstekbir, talancı o Mekteb ile bilinir. İzzet, şeref, hidayet, dalalet onunla bilinir. Dünya, ahiret, Cennet, Cehennem, Berzah, ilim Ehl-i Beyt (a.s) Mektebiyle öğrenilir. Kirli ve temiz bilgi, hikmet onunla bilinir.
Allah, gayb, şeytan ve hileleri, mele, bel’am, mütrefin, mütekebbir Ehl-i Beyt (a.s)’ın Mektebiyle bilinir. Çünkü onlar, Allah Tebareke ve Teala tarafından seçilmiş Masum ve örnek insanlardır. Onlar, Ahzab süresi: 33. Ayeti Kerimeye göre arındırılmış masum kimselerdir. Onlar, kurtuluş gemisi, İlmin kapısı ve dinin sütünleridir. Onlar, ‘’Hıtta Kapısı’’ dırlar.
Onlar, zalime, zülme, emperyalizme, sümürüye ve istikbara karşı kıyam etmiş İlahi Zatlardır.
Onlar,mazlumu, mustaz’afı, yetimi, msikini, ezileni, horlananı kucaklayanlardır.
Onlar, İnsanları kemalata, Allah’a götüren ve yaklaştıran süslerdir.
Onlar; aşkın, muhabbetin, sevginin mayası, Allah’ın yansıması, insalığın aynası, beklenen Zehra Yusuf’u ve İsa’nın müjdecisidirler,
Adem (a.s)’ın, Nuh (a.s)’ın, put kıran İbrahim (a.s)’ın, Musa Kelimullah (a.s)’ın, İsa Ruhullah (a.s)’ın, Ebu’l Kasım Muhammed Ahemd (s.a.a)’ın misyonu, Allah’ın Urvet-ul Vuska’sı, kopmaz ipi, Sırat-ı Mustakim’i , Kur’an ‘nın timsalı, İlahi Ayet’in zuhuru,
Esaret zincirleri kıran, zülmetten nura götüren hidayet meşaleleridir!...
İşte bunun için Ehl-i Beyt (a.s) Mektebini seçtim. Rabbime sonsuz hamd ve senalar olsun.
Ey insanlar! Sizlerde Ehl-i Beyt (a.s)’ı araştırın ve sözün en güzeline tabi olun!...
Allah’ın Salat Ve Selamı, Resulullah (s.a.a) e, Ehl-i Beyt’ine, onlara süs olanlara ve Basireti açık olanların üzerine olsun!...

Cuma 07.02.2014

Islam times - Ahmet Muhtar
Source : Islamtimes
Comment